4 Ekim 2011 Salı

Acıbadem Dergisi Ropörtajım (tam metni)

Çok klasik olacak ama Zeynep Sağlam kimdir?

Klasik bir yanıt. İstanbul'da doğdum, çocukluğum ve ilk gençliğim İzmit'te geçti, üniversiteye başladığım yıl tekrar İstanbul'a döndüm ve 1985 yılından beri Acıbadem'de yaşıyorum, ailem babamın işi nedeniyle 1992 yılında Acıbadem'li olabildi. Hobilerine zaman ayırmayı becerebilmiş, yaşamın başka tatlarından da faydalanmayı başarabilmiş bir Elektronik-Haberleşme Mühendisiyim. 18 yıl mühendis olarak çalıştım. 2006 yılında ara verdiğim çalışma yaşamımı 2008 yılında tamamen sona erdirdim.
Yazmaya 1998 yılında başladım. Bunun en büyük nedeni hafızasızlığımdır. Katiyen aklımda birşey tutamam. Gördüğüm, gittiğim yerleri unutmamak için notlar tutarken kendimi gezi yazıları dünyasında buldum. Ardından makaleler, denemeler ve sonunda da kitap geldi.
Bugün çalışmıyor, emeklilik için yaşımı bekliyorum. Son torba yasa sayesinde aftan yararlandım ve bir aksilik olmaz ise ikinci üniversiteyi okumaya niyetliyim. İstanbul Üniversitesi-Felsefe Bölümü öğrencisi olmak için başvurdum.
Beni Acıbadem Caddesinde hergün yürürken görebilirsiniz, yazmak gibi yürümek de benim en büyük tutkum.

İş hayatını bırakıp, gezgin olmaya nasıl karar verdiniz? Sizin için bir kaçış mı, yoksa bir özlem miydi? Süreci ve hissettiklerinizi anlatır mısınız?

Aslında gezgin olmak için iş hayatımı bırakmadım, böyle dersem haksızlık etmiş olurum. İş hayatını terk etmek biraz zorunluluk oldu ama bu zorlama benim için tercih edilen bir yaşamın başlangıcı da oldu. Kaçış ve özlem demeyeyim ancak bu durum benim böyle bir hasretim olduğunu bana fark ettirdi. Sonuçta kaçışı daha önce yapmalıydım diye bağlayabilirim. Olanaklarım yetse tam bir gezgin olurum hem de hiç düşünmeden, gezmek dünyanın en güzel şeyi. Gezgin olarak anılmak ise benim için büyük mutluluk.

2 Temmuz 2011 Cumartesi

Bodrum (mayıs-haziran 2011)

Yıllar sonra Bir Bodrum Yazısı


Artık yazan yok, yazılsa bile zaten okuyan da yok. Tükettik Bodrum’u, eskittik, bitirdik, yok ettik belki. Yıllar önce bıktık, bir kenara attık; sanki eski bir terlik gibi. Yalnız öyle bir alışkanlık var ki, arada sırada ayağımıza geçirip, şıpıdık şıpıdık yollara düşesimiz geliyor. İllaki bir uğrayıp halini hatırını sorasımız geliyor. Özlüyoruz sıla gibi, çocukluğumuz, gençliğimiz gibi, kaybettiğimiz büyüklerimiz, dostlarımız, sevdiklerimiz gibi. Eski resimlere bakıp da iç geçirdiğimiz yerleri özlediğimiz gibi.

Yıllar itibariyle çeşit çeşit koylarının da keşfi ile el sürülmedik yeri kalmamış Bodrum’un. Zamanında köy, koy, yolu suyu yok diye rağbet görmemiş, mis kokulu mandalina,limon bahçeleri ile çevrelenmiş, üç beş evden oluşan o eski yerlerden şimdi pek kalmasa da içinde yaşadığınız an’ın geçmişle yaptığı gelgitleri yaşamak ve aynı anda hüznü, kederi ve keyfi tadabilmek adına orada olmak güzel. Tercihimden mutluyum.

27 Nisan 2011 Çarşamba

TARAKLI-GÖYNÜK (19 Mart 2011)

Bir Perde Açılır ve Güneş Yüzünü Gösterir Bize


Her gezi ruhumuza yaşamsal bir iz bırakır. Biz bu izlerin verdiği güçle zaman yolculuğumuza devam ederiz. Beden enerjisini yediklerinden alırken ruh bambaşka kaynaklar kullanır. Kullandığı bu kaynakları ise paylaşır, aktarır veya “eğer isterse” evrenin uzaklarına doğru bir yolculuğa çıkarır. Önemli olan bu yolculardan birine rastlayabilmek, taşıdığı izleri görebilmek ve onunla iletişime geçebilmektir.

Yaşadığınız şehir mevsimin en sert, soğuk ve fırtınalı gününü yaşarken yolculuk niyetinizi ertelemek gibi bir hatayı yapmazsanız, yolunuzun bir satırbaşında perde tekrar açılır ve güneş, en aydınlık, en gülen yüzüyle tepenizde ışıldamaya başlayabilir. Benim başıma bu çokça kereler geldiği için artık yola çıkarken tüm doğanın benden yana olduğuna adım gibi eminim ve yıllardır da hiç yanılmadım. Rotam Taraklı, Göynük idi bu seferinde ve perdem Sapanca’da açıldı. İlk mola yerinde güneşle selamlaştık yine, işte bu serin Mart gününde!

Göynük ve Taraklı eski Bağdat Yolu’nun güzergahı üzerinde bulunan ve tarih boyunca hep kentli kalmayı başarmış son derece değerli iki belde. Her yerinde buralarda yüzyıllar boyu yaşamayı seçmiş kavimlerin izlerinin olması beklense de ne yazık ki bugünlere gelenler, en son uygarlığın bıraktığı nişanlarla sınırlı. Her gelen, bir önceki kentin üstüne yuvalanmış ve kendi şehrini inşa etmiş olduğundan çok eski çağlardan miraslar bulamıyorsunuz. Son yerleşenler Osmanlılar olmuş ve gerek Taraklı gerekse de Göynük, Osmanlı’nın özellikle de son 150 yılın izlerini fazlasıyla taşıyor. Kuzey Anadolu’ya özgü mimarisiyle gözümüzü okşayan enfes evler, henüz Barok stil ile yozlaşmamış camiler, hamamlar, köprüler hepsi son derece güzeller.

22 Şubat 2011 Salı

Bozcaada (Ağu 2003-2008)


Yine de her dem Bozcaada!

Öyle çok uzak değil aslında. Hemen yanıbaşında. Çanakkale’ye gelip de Geyikli’den bir gözucu bakış attığında hemen karşında. Elini uzatsan sanki değiyorsun ama nedense kolay kolay erişemiyor, avuçlarına alamıyorsun. Bu denli nazlı, bu denli kaprisli, bu denli zehirli bir sevgili. Canını alıyor, kanını kurutuyor, özlemden delirtiyor ve daha ilk adımını atmadan yorgunluktan gebertiyor seni.
 
Emek verilerek elde edilenlerin tadını en sevdiğin şeylerle ruhuna kattığın zaman zevkten bitersin ya, gittiğinde bir kadeh kırmızı şarapta sona eriyor tüm zahmetlerin. Bu ada işte öyle bir ada! Benim gibi söyleyecek sözü hiç bitmeyen bir geveze kalemi bile yedi yıl beklettiğine göre var burada bir gizem, bir cazibe. Belki platonik takılmak mı hoş geldi bilemiyorum ama iki gidiş arasına uzun zaman sokunca yazacak fazla şey de bulamıyorum. Yazılmaz yaşanır. Hem de acilen, iyice elden gitmeden.

8 Şubat 2011 Salı

Kitabım Çıktı!

Yaşamayı 400 Günde Öğrendim

.... Şimdi düşündükçe ilk verilen kararların doğru ve vazgeçilmez olması gerektiğini görüyorum. Sınavlarda özellikle fizik, matematik problemlerinde ya da çoktan seçmeli sorulara verilen yanıtlarda hep ilk yaptığınızın DOĞRU çıkması gibi bir durum geçerliydi. Yaşama dair değil de maddesel bir planlama ya da başka deyişle elindekilerle hayatı en güzelinden sürdürme gailesiydi esas olan ve bilmediğim bu yolda her gün yeni şeyler öğrenerek ilerleyecektim. Ama bu henüz çok gizliydi; kendime bile açıklamaktan çekindiğim, kaygılandığım bir sırdı bu. İçin için kıkırdıyor, aklım¬dan edepsiz şeyler geçer gibi utanarak düşünüyordum hep. Bana bir çeşit ahlaksızlık gibi gelmişti veya içimde nasıl bir şeytan saklamış ve bunu açığa çıkartmamıştım diye de acı acı şaşırıyordum....
Ben çalışmayı hiç sevmemiştim. İş yaşamında zevk aldığım, keyiften kudurduğum hiç olmamıştı. Böyle bir ruh hâli zaten olamazdı, büsbütün yalandı, kandırmacaydı. Bu âlemden çekilmem; yerimi isteyenlere bırakmam ve birtakım pozisyonları işgal etmemem en dürüstçe davranış olacaktı. Hem zaten hiç kimse vazgeçilmez değildir dememişler miydi? Onlar değil de ben vazgeçsem ne değişirdi? Kaçıp sığındığım bu yeni dünyamdan haberler iletmek ise namus borcumdu. Oturdum ve yazdım.
Facebook'ta BEĞEN