22 Ekim 2010 Cuma

GECE UÇUŞU ve ŞARAP (BERLİN dönüşü-2004)

Bundan dört ya da beş yıl önce iş seyahati nedeniyle üç arkadaş Berlin’e gitmiştik. Tam 6 günlük bir seminere katılacak arta kalan zamanlarımızda da mesleğimizin “yeşil” tarafı ile ilgili olarak, meslektaşlarımızla bilgi alışverişinde bulunacak, teknolojinin doğa dostu yanlarını öğrenecek ve sorumluluklarımız hakkında bilgi sahibi olacaktık. Sabahın sekizinden akşamın altısına kadar nefes almadan salondan salona koşturuyor, Avrupa ülkelerinden gelen meslektaşlarımızla konuşuyor, dokuman topluyorduk. İşin en gülünç tarafı da Türk ve müslüman bir toplumun Elektronik Mühendisi olarak üç kadını göndermesine duyulan şaşkınlığı gidermek için bir seminer salonu dolusu erkek insana laf anlatmakla meşgul oluyor, ülkemizin aydınlık yüzünü, burnu büyük Avrupalılara gurur ve onurla gösteriyorduk. Sanırım bizden başka ortalıkta on kadar daha kadın vardı ve bunların ikisi; yine Türkiye’den giden diğer firma elemanlarıydı.

İşi iyice abartmıştık. İçimizdeki hamile arkadaşımızın dışında kalanımız, öğlen yemekleri de dahil olmak üzere düzenli olarak şarap içiyorduk. Zaten seminerlerin sıkıcı taraflarını bu içtiğimiz şaraplar büyük ölçüde hafifletiyordu.

UÇMAKDERE (3 Ekim 2010)

Rüyalarınız gerçek olsun - Uçmakdere


Ekim ayı bize yılın en güzel günlerini sunar. Ülkemiz coğrafyasında daha doğrusu bulunduğu konumda yılın en tatlı günleri Ekim’e rastlar. Gündüzleri sevecen sıcaktır, zaman zaman pamuk bulutlarla örtülen, zaman zaman da parlak ışıklarıyla iliklerimizi ısıtan güneş daha hoşgörülü yaklaşır bize. Akşamları ise nazlı serindir Ekim’in; azıcık üşütür. Kalın hırkaları giyip de içimizi ısıtmak ama asla soğuktan donmamak sürecini bu ayda yaşarız. Renklerin yıllık bayramıdır Ekim, hepsi en edepsiz cümbüşü bu ayda yapar, tüm güzellikler çevremizde uçuşur, başımız döner, nefesimiz tutulur. İşte böyle yaşanılası, böyle leziz, böyle tatlı zamanlarda mutlaka bir yerlere gitmek, gezinmek, bu güzellikleri içime çekmek için asla kaçırmam Ekim günlerini.

Ve sonunda, iki yıldır gitmek istediğim ancak bir türlü fırsatını bulamadığım Uçmakdere çıkartmasını başarıyla yaptım. İşte yılın bu renk bayramında, harika bir günün eşliğinde, Trakya’nın elde kalmış son zenginliğine günlük bir gezi ile icabet ettim.

Uçmakdere; Tekirdağ’ın Şarköy ilçesine bağlı, bir ayağa dağda bir ayağı denizde olan, doğa harikası, hiç bozulmamış şimdilerde nüfusu 150 civarında olup bir zamanlar kalabalık, güçlü, güzel ve tarihi geçmişi olan bir köy. Bize Rumlardan yadigar, 1922 nüfus değişiminde Türkleşmiş, o zamandan beri biraz değişse de geçmişin izlerini koruyabilmiş son derece naif bir yer. Tabii bunda sit alanı olmasının da çok etkisi var ama son yıllarda yaşadığımız doğa katliamları ve yerleşimlerimize düzenlenen vandal saldırılar her an burayı yok edebilir endişesini de taşıyabiliriz. İstanbul’a yakın olması birkaç yıl içinde ciddi bir talan yaşayacağının ilk işaretlerini vermeye başlamış; bizim oraya gittiğimiz haftasonu, köyün tepelerden yılan gibi kıvrılıp bükülen yolunun asfaltlanması birçoklarını sevindirse de benim yüreğimi acıttı diyebilirim. Nitekim Bodrum’un 40, Alaçatı’nın 15, Maşukiye’nin 20 yıl önceki halleri de böyleydi ve düşman ilk gelişinde törenlerle karşılanmıştı; oysa bu yerlerin ve burada yazamadığım birçoklarının yerinde bugün yeller esmekte, hepsi görgüsüz, zevksiz ve saçma sapan değişimlerle rezil edilmiş durumdalar. Umarım Uçmakdere’yi yıllar sonra gördüğümde bugünkü haliyle bulabilirim.

İYONYA (18-22 Eylül 2009)

Güz Yollarım, Sarı Yollarım, Yalnız Adımlarım...

Sonbahar tutkumun izine giderken düştüm Ege kıyılarına. Bağbozumlarının sonu gelmiş, incirler taze-kuru haliyle tezgahlardaki yerlerini almış, ayvalar iyice sarıya durmuş ve narlar dallarında çatlamaya başlamış. Her şey ve herkes tam istediğim, beklediğim gibi.

Yolumun başı ise Alaçatı. Son 3-4 yıldır sürekli hakkında yazılanları okuduğunuz, dergi ve haftasonu eklerinde resimlerini gördüğünüz, damdan düşer gibi hayatınıza sokulmuş, entel sohbetlerin başrol oyuncusu olmuş - muhteşem Alaçatı. İlk kez görenlerin hayranlıktan bayıldığı, eski halini bilenlerin ise düş kırıklığı ve iç burukluğundan burnunu çektiği, eski halinden eser kalmamış Alaçatı. Aşağıdaki paragraf burayı ilk gördüğüm 1998 yılında yazılmıştı:

...Şanslı İzmir’lilerin ve aklını iyi kullanan diğer şehirlilerin mekan tuttuğu, her şeyiyle her isteğe cevap verecek çok güzel bir EGE yerleşimi burası... dantel kıyıların oluşturduğu havuz görünümlü koyları, burnunuzun dibindeki SAKIZ Adası, durmak bilmez rüzgarı, olağanüstü gün batımlarıyla iliğinizi kemiğinizi dinlendirebileceğiniz sakin, huzurlu biryer... Alaçatı eski rum evleri, bozulmamış arnavut kaldırımlı dar sokakları, sessiz ve sakinliği ve de tam orta yerindeki meydanda - az ötedeki fırından aldığınız ev yapımı tadındaki kurabiyelerin eşiliğinde çayınızı içebileceğiniz serin çay bahçesiyle anılarınızdaki yerini hemen alıyor...

Belki onbeş, belki yirmi yıl öncesinde çok daha farklıydı belleklerde! Ben böyle not etmişim Alaçatı’yı 98’de.

PORTEKİZ (10-16 Ocak 2006)

Renklidir belki de Hüzün ...

Avrupa kıtasının son durağındayız... Portekiz... hani kıyıdan usulca sokulmuş da zorla kendini karaya atmış, bir garip toprak parçası burası... hayretlere düşeceğimiz bazı konularda tekel olmuş aslında... açık denizler buralardan sorulur, yüzyıllara imza atan kaşifleri beslemiş, kahvenin duayeni (eh adamlar Brezilya’yı keşfetmiş), şarap mantarlarının yapıldığı tek meşe türünü yetiştiren topraklar... yer gök okaliptüs ağaçları ile dolu, meğer bu konuda da birinci üreticiymiş... haliyle gözlerimiz koalaları arıyor ister istemez ama bulamıyoruz çünkü onlar beni (bizi) uzak kıtalarda bekliyorlar-birgün mutlaka (kendim için değil sadece sizin için)... bir garip memlekete gelmişiz; yalnız, yapayalnız bir kenarda, köşede, kendinden pek ödün vermeyen, Avrupa’nın zavallı son kıyıları... Sömürgeciliğin fakirleştiği ve bugünlere;  zenginliğini ve en önemlisi de sömürme-yok etme zihniyetini taşımamış kalender ülke... Birleşmiş Avrupa’nın üvey evladı, utanç duyulan çirkin, hergün itip kakılan en küçük kardeş.. daha ne denir bilemiyorum, söylenecek ve yazılacakları artık bir kenara itip kalanını gidip gördükten sonra kendi yorumlarını üreteceklere saklıyorum... ama biliyorum ki ben bu ülkeyi çok sevdim, hep geçmişte yaşayan ruhum tüm aradıklarını sanki burada buldu... herşey basit, dingin, doygun, sade, aşırılıklar yok... bu söylediklerim AVRUPA diye işlenen mantık çerçevesinde dile getirilmiş özellikler olup, daha mistik ya da sofistike yerler için yüzdeyüz zıt sayılabilecek unsurlar.

Başladım köy köy, sokak sokak dolaşmaya... kulağımda beni hiç terk etmeyen ve son günlerde sürekli dinlediğim Peru şarkısı (George Dalaras-el preso numero nueve) gizliden bana eşlik ediyor, ben bu iç sesimle iyice gaza gelmiş şekilde arşınlıyorum ortalığı, o eski pis binaları, sokakları, taşları, kapıları yudumlaya yudumlaya içiyor, şişiyor patlayacak gibi oluyorum... allahım mutluluk bu olsa gerek, bu nasıl memleket... eskiyi geçmişi, tarihi daha doğrusu tarihte yaşamış olmayı benim kadar seven ve isteyen biriyseniz, hemen diyorum... hemen koşun oraya... doğallık bu, sadelik bu, geçmiş işte bu. Oh be!

MÜREFTE (4 Eylül 2005)

En sevdiğim sarı sonbahar....

Bu bir gezi olabilir mi? Peki bu gezi, bir yazı olabilir mi? Ya da yeme-içme-damak tadı izlenimleri sınıfına mı sokmalı?  Açıkçası hiç bilmiyorum ve tamamen sizlere bırakıyorum, öyle hoş bir tat bıraktı ki belleğimde, sadece paylaşmak istiyorum... nasıl hissederseniz öyle... ikramı benden

Üzümün yoluna düşmek, öyküsünü dinlemek, her çeşidini tatmak, bağlara dalmak, dolanmak, ne derseniz deyin ama özetle binlerce yıllık bir yolculuk bu, asmanın insana, insanın asmaya tutkusu çok uzun bir öykü... ancak bu nasıl bir tutkudur ki binlerce yıldır dünyanın dört bir yanına kollarını uzatmış, tüm sevgililerini kucaklamış, insanlıkla tarihi paylaşmış, cennet tasvirlerinin vazgeçilmez unsuru, zevkin keyfin idolu bu bitkiden kopulmuyor, terk edilemiyor... en garibanın bahçesinin duvarına bile neşe, güzellik katan, heryerde çeşit çeşit yetişebilen ve kendini her ortama uyduran asmalar... o bir anne, o bir baba, o bir tanrı, tanrıça, peşimizden gelerek bizi dört kolla sarmalamış bir yosma...

TURUNÇ (4-9 Temmuz 2005)

Marmaris’ten uğurla... doğru Turunç’a...

Marmaris... kısa anlatacağım... çünkü çok fazla şey var şehirle ilgili, çevresindeki sayısız yerler dışında Marmaris’in merkezi ile ilgili ama, benim zamanım oldukça azdı ve ne yazık ki çok kısa notlarım olabildi... ülkemizin talan edilmiş Ege ilçeleri arasında güzel diye nitelendirebileceğim bir tat bırakan Marmaris, keşfedildikten sonra diğer Ege’li kardeşleri gibi birden büyümüş, kısa bir talan dönemi geçirdikten sonra hemen kendini toparlama etkinliklerine girmiş (eh toparlamış da), kısacası birçok yere oranla düzenli ama kalabalık bir kent olmuş çıkmış... zaten doğal güzelliği, mis kokulu çam ormanları sizi öylesine büyük bir coşkuyla karşılıyor ki yoluna düşmüşken, insan kötü birşey düşünemiyor... Tanrının bir armağını o ormanlar, ah bir de yanmasalar ! Geçirdiğim tek günde, eskiye olan düşkünlüğüm nedeniyle hemen kendimi “Old City” denen eski Marmaris’e atıverdim, daracık sokaklarından, ya beyaza boyanmış ya da orjinal taş dokusunda korunmuş dar cepheli evlerin arasından, bazen yokuş bazen merdivenlerle çıktığınız yollarla kıvrıla kıvrıla dolandığınız bu yerlerde (aslında Kale’nin etrafında dönüp duruyorsunuz) müthiş bir zevk alıyor, evlerin teraslarından ulaştığınız manzara karşısında kendinizden geçiyorsunuz... bu arada şanslıysanız şehrin asıl sahipleri ile de minik sohbetleriniz oluveriyor, buranın entellektüel düzeyinin son temsilcileri olan eşi az bulunur bu tatlı insanlar, yeni düzenin getirdiklerini eleştirel bir bakış açısıyla paylaşıyorlar bizimle.

GÖKÇEADA (19-22 mayıs 2005)

Konuşur, fısıldar, şarkı söyler Rüzgar....

Yaz’ın geç kaldığı bir yıla rastladık... 2005’de... havalar serin, poyraz yakamızı bırakmıyor... resmi tatiller de uygun düşmedi, bir tek 19 Mayıs kapıyı araladı ki; toplam 4 gün ! “Durulur mu?” ... “ADA’lar sevdamın yolunu tutmam için başka zaman olabilir mi” dedim ve havanın tüm olumsuzluğuna rağmen Gökçeada rezervasyonumu yaptırdım... çok emek isteyen bir yol bu yol, ama denizin ötesine geçtiniz mi herşey orada sıfırlanıyor, 4 günlük yeni ama geçici yaşamınıza ilk andan mutlulukla başlayabiliyorsunuz.

Tenha yerleri, sade ortamları, insanları, toprağı, çiçeği, böceği, doğanın kokusunu sevenlerin, rüzgarın müziğine kulak vermeyi tercih edenlerin büyük keyif alacağı bir yerdeyiz... İstanbul’dan gece yarısı yola çıkmamıza rağmen Ada’ya ulaşmamız öğlen 13.00 sularında olabildi, kuş uçuşu yakın olduğunu düşündüğünüz bir yere 12 saatte varmak biraz can sıkıcı olsa da sonuçta yaşananlar bu zorluğa katlanmaya değer, zira zorlukla elde edilen şeyler, tadında daha güçlü, izi ise çok derin... yıllardır mahrumiyetten kurtulamamış, kurtulması için de çaba harcanmamış muhteşem Gökçeada’da belki de bu durumun devamı gerekiyor diye düşünüyoruz bir an... Biz ülkemizi biraz hor kullanıyoruz, elden giden bazı yerler için  “hiç elimiz değmeyip rahat bıraksak daha iyiydi” diye düşündüğümüz zamanlar çok olmuştur, işte hayallerimize iteklediğimiz bu dilek ya da serzenişin bugünkü karşılığı  Gökçeada! Umarım bir gün keşke – keşke hiç gidilmeseydi – keşke ulaşımı kolaylaştırılmasaydı diye üzülmeyiz.

İSPANYA (3-11 Mart 2001)

İBER

Zamanın Avrupa’da dağıldığı yıllarda kültür sağanağının yıkadığı İspanya topraklarındayız... Katalunya, Bask, Endülüs ve İspanya. Farklı milliyetlerin, dillerin ve hatta ırkların birarada yaşayabildiği ve hep esmer, neşeli, heyecanlı, dans, müzik ve aşk insanı olarak belleklere yerleşmiş bir toplumu beklerken, her köşesine adım attığınızda önyargılarınıza şaştığınız ülke.... farklı dilleri konuşuyorlar ama bütünler,  görünüşleri farklı ama hepsi İspanyollar; kimi Arap, kimi çingene kimi biraz Fransız belki ama onlar gerçek bir Akdeniz’li ve bir Akdeniz ülkesinin tüm değerlerini bünyesinde barındıran ve soğuk kuzeylilerin aklını başından alan ama bizim gibilerin de zevklerimizi bir kere daha tadabilme olanağını yaşadığımız diyarlar.


Barcelona:
İlk adımı Barcelona’ya atalım, gezi ve gözlemlerimize başlayalım... bir liman kenti
Barcelona, Katalunya devletinin başkenti, 92 olimpiyat oyunlarının ev sahibi, ılıman, kalabalık, eski bir şehir.  Sürekli tatil durumu sezgisi veren, insanların genelde eğlenmek, yemek, içmek için yaşadığı, meydanları, geniş caddeleri,  kiliseleri, eski binaları, marinası ile belki birçoğumuzun İzmir’e benzeteceği deniz kenti.

İlk anlardan itibaren kendinizi farklı bir ülkenin topraklarında hissetmiyorsunuz, biz Türkler için hiç yabancı değil, sokakları bizimki kadar pis, insanları bizimkiler kadar gürültücü ve telaşlı, tek fark bizden binlerce kere daha tembel olmaları...

Bu şehiri süsleyen büyük mimar GAUDİ’ye şükranlarımızı sunarken O’nun yaptığı eserleri büyük bir beğeniyle izleyebiliyoruz, 120 küsur yıldır bitmeyen Sagrada Familia, mimarın sanatında doruğa ulaştığı en önemli yapı. Çılgın ressam Picasso’nun eserlerinden örnekler görebileceğimiz Müzesi, Gotik Mahallesi (Barri Gotic) gidilmeye değer diğer mekanlar, yeri gelmişken Gotik Mahallesi olarak tanımlanan bölgenin bizim tarlabaşı, tophane, galata civarının izbe, nemli, karanlık sokaklarını ve mahallelerini hatırlattığını söyleyebilirim... güneş ışığının sokulamadığı bu yerlerde dolaşırken kendinize ve eşyalarınıza çok iyi sahip olmanız gerekiyor...  tüm bunlara rağmen kapısı büyük bir meydana bakan ve o darlık ve karanlıkta tüm azametiyle karşınıza çıkan büyük katedralin içine girmenizi salık verebilirim.

21 Ekim 2010 Perşembe

RODOS (10-15 Ağustos 2004)

45 Dakika...

Çocukluğumdan beri hep merak içinde olmuştum, elimde Büyük Atlas; EGE Denizi’ne bakar, dantel gibi kenarlar, ortada motif motif adaların oluşturduğu bir mavi örtü hayal etmeye çalışırdım... büyüdükten sonra da Ege kıyılarındaki çeşitli beldelerimizde tatilimi geçirirken, hep güneşin deniz üzerinden batışını izlemiş, akıp gittiği o sularda neler var, sayısı 400’ü aşan o adalarda kimler yaşar, tanrı bana oraları görmek olanağını birgün verir mi acaba diye düşünür hatta dua ederdim... hani güneş batarken dilek tutarsa insan, “ olurmuş” derler ya!

Kısmet Rodos’aymış, burnumuzun dibinde Kos, Sakız, Midilli varken ilk adımı Rodos’a attık, iyi de etmişiz, diğerlerini zaten karadan da görebiliyoruz.

Rodos Türkiye’ye Datça Burnu (Reşadiye Yarımadası) tarafından iyice yakınlaşmış bulunan en büyük Yunan Adaları’ndan biri, merkezi ise başlıbaşına bir şehir... Ana karaya (Yunanistan tarafında) hayli de uzakta olduğu için tek başına bir ülke kadar herşeyini içinde barındıran gelişmiş biryer. Marmaris Limanı’ndan 45 dakikalık bir Katamaran yolculuğu ile Ada’nın Eski Şehir (Old Town) tarafındaki limanına ayak basıyor ve o limana da, hep temsili resimlerini gördüğümüz ünlü RODOS Heykeli’nin bacaklarını koyduğu şimdi ise üzerinde 2 adet geyik heykeli olan sütunların oluşturduğu kapısından giriyorsunuz, ilk gördüğünüz şey ise dörtbir yanı çevreleyen surlar, surların arasındaki kuleler ve gökyüzü ile kesişen burçlar... birazdan yürümeye başlayınca denizin neredeyse dibinden, omuzbaşınızdan yükselen bu surların Eski Şehri çevrelediğini, tarih boyunca denizden gelen tehlikeye karşı bu şehri ve ahalisini büyük bir sabırla koruduğunu, üzerinde geçişler için tam 11 adet kapı barındırdığını, toplam uzunluğunun 4 km’ye vardığını ve tam olarak dışından dolaşmak için yaklaşık 1,5 saat yürümek zorunda olabileceğinizi anlıyorsunuz...

KIBRIS (23-25 nisan 2004)

Yeşil’den Pembe’ye ...

1974 yılında, Temmuz ayında, henüz küçücük bir çocukken ilk kez savaş sözcüğünü duymuş, geceleri mavi kağıtlarla ampullerin, avizelerin etrafını sararak karartma uygulanmasına tanık olmuş, uçak seslerini gecenin sessizliğini nasıl yardığını fark ederek yazı korkuyla geçirmiştik... çocuktuk ! Dedelerimizin kurtuluş savaşı, anne ve babalarımızın 2.dünya savaşı anılarını dinlemiştik (bu arada yaşımız feci şekilde ortaya çıktı ama önemi yok)... demek gerçekten savaşlar oluyor, insanlar işte böyle zor günler geçirebiliyormuş diye düşünerek kendimizi bir oyunun içinde bulmuştuk... işte o günlerin 5-6 yaş grubu minik insanları,  KIBRIS diye bir yerin varlığını ve bu küçük ada için insanların birbirine girdiğini çocuk zamanlarında öğrenmiş oldular... benim ogün bugündür tanık olduğum, daha eskilerin de 1960’lardan beri bitmeyen hikaye olduğunu dile getirdiği o paylaşılamayan topraklardayım... Benim ayak bastığım tarih olan 23.4.2004 ‘de hala KKTC olarak andığımız, bu yazı yayımlanana kadar kaderi çizilecek olan ya da belki daha çok uzun yıllar karmaşık halini koruyacak olan yeşil topraklar... hani haritada kuzeyi YEŞİL, güneyi PEMBE olan Akdenizin o doğal uçak gemisi...

Mardin-Midyat-Kızıltepe (25 Kasım 2003)

Yaşam sadece su değilmiş,

Elimize fırsat verseler... hadi deseler, zaman yolculuğuna çık, git gerilere, gidebildiğin yere kadar git, istediğin yıla kadar git deseler... asla bir engele ya da sona varamayacağınız ve insanlığın sonsuzuna kadar yolculuk yapacağınız bir yerleri aramaya başlarsanız aklınızda bulunsun yazdıklarım... dünyayı gezmedim, Afrika’yı ya da Uzakdoğuyu dolaşsam belki fikrimi değiştirebilirim ama tarihin kanıtlarına güvenerek diyebilirim ki Mezopotamya bu gezi için en uygun bölge... dünyamızın nüfusunun dörtte üçünün inanç kaynaklarının doğduğu ve yayıldığı yerler, bir zamanların bolluk ve bereket diyarları, cennet tasvirlerinin esin kaynağı, uygarlıklar, şehirler, kavimler, savaşlar, aşklar, tarih, tarih tarih... Mezopotamya bölgesinin başlangıç noktasının yurdumun sınırları içerisinde yer alması mutluluğunu tadarken, bu uçsuz bucaksız düzlükler zincirine taştan bir kale gibi gözcülük yapan, Tanrının bu cennete bekçilik yapması için doğayla işbirliği yaparak yükselttiği kendinden menkul TAŞ’tan bir kaleşehirden söz edeceğim, MARDİN’den (sözcük anlamı da Süryani dilinde Kaleler demek)... gecesi gerdanlık, gündüzü seyranlık diye tanımlanan o müze şehirden....

Küçük taşların öyküsü – MOZAİKLER (25 Kasım 2003)

Taşların yaşam bulduğu anıtsal örneklerin en önemlilerinden olan mozaiklerden öylesine etkilendim ki, son yaptığım yolculukla ilgili gezi yazımın ilk kısmına bunlardan söz ederek başlamak ve öyküsünü sizlerle paylaşmak istedim... kaya kütlelerinin suyla dansının ürünü o rengarenk taşlar... ve o taşlarda canlanan yaşam çizgileri... süsleme sanatlarında tarihe damgasını vurmuş olan o narin mozaikler...

Anadolu: Latin İmparatorluklarından Arap Kültürüne uzanan köprü, insanlıkla yaşıt kentler, çağın her dönemine ait muhteşem eserler ve bunlardan biri olan mozaikler. Rehberimizin bize aktardığına göre  ülkemizde bugüne kadar bulunanlar; Helenistik dönem, Roma ve Bizans’ ait  olup MÖ 4.yy.dan itibaren en güzel örneklerini vermiş, süsleme sanatlarında önemli bir yer tutmuşlar... daha yeni olan Bizans mozaiklerinin örneklerine çoğunlukla Ege Bölgesinde rastlanmış, bunların da genelde İstanbul’daki muhtelif müzelerde sergilenmekte olduğu bilgisini aldıktan sonra, yolumuzun ilk durağı Hatay-Antakya oldu. Mozaik sanatına ait en zengin ve eski örnekler, Antakya-Adana, Mesis Bölgesinde çıkartılmış Roma dönemi mozaikleri olup bugün Antakya Mozaik müzesinde sergilenmekteler. Bunların büyük bir bölümü ise  Antakya-Harbiye bölgesinden çıkartılmış, mitolojik unsurlar içeren, efsanevi Apollon-Daphne figürleri, Eros, Narkissos, Dionysos, Orpheus figürleri etrafında, bereket sembolu olan bitki ve hayvan motifleri ile bezenmiş, yaklaşık 13 farklı renkteki taşın kombinasyonları ile oluşturulmuş yer, tavan ve duvar mozaikleri karşımızda. Bir örtü, kilim ya da halı gibi işlenmiş kare, üçgen, taş ya da cam parçacıklarının karşısında büyülenmemek imkansız, kiminde Apollon-Daphne birbirlerine kavuşmuşken öte yandan tanrıların, gözleriyle sizi izlediğine, gülümsediğine tanık oluyorsunuz... dünyanın bu ikinci büyük mozaik müzesini terk ederken, yakın zamana kadar kamuoyunu epeyce meşgul eden Zeugma-Belkıs kentine ve burada birkaç yıl öncesinde gün ışığına çıkmış muhteşem mozaiklere doğru yol alıyoruz...

AVŞA (Ağustos 2001->2005)

GECE, DENİZ ve GÜNEŞ

Nasıl anlatılabilir bilmiyorum, sadece resimleri kullansam eksik kalıyor, film çok ruhsuz, iş yazıya kaldı mı da çok zor... zorluyor... çok yakın biryer, yine bir adadan söz edeceğim sizlere, Avşa !... birçoğumuz defalarca gitmiştir, hatta birçoğumuzun anımsamak dahi istemediği anıları olmuştur ya da bazılarımızın değiştirelemeyecek önyargıları vardır... olsun... biz baştan başlayalım...

Sonunda adayı tümüyle gezebilmek olanağım oldu da, yazmak ve buradaki güzellikleri paylaşmak zamanı geldi çattı.

BUDA & PEŞTE = Budapest (15-20 Mart 2000)

Bir yolculuğu daha tamamlamış olmaktan mutluluk duyan Ben,  bu kez sanırım biraz uzun yazacağım ama en başından uyarayım okumaya üşenmeyin... bu defa BudaPeşte'deyiz.... hiç kışın ortasında gidilir mi oralar çok soğuk olur demeyin benzer şartlanmalardan ötürü ben de aynı sizler gibi az kalsın gidemiyordum... şimdi gördüklerimi ve tattıklarımı okuyunca çantanızı kapıp fırlayabilirsiniz... o kadar güzel işte... işte öyle...

15 Mart sabahı yerel saatle 11:30 gibi indiğimiz havaalanında bizi karşılayan pırıl pırıl bir güneş oldu ve ilk anda hayretler içerisinde kaldık, iklim mi desem hava mı bilmiyorum ama kaldığım beş gün içerisinde aynı nedenden ötürü defalarca hayretler içerisinde kaldığımı da itiraf edeyim; bu şehrin havası bizimle alay ediyordu... kimi zaman hırka ile gezebilecek kadar parlak ve açık olan güneş, aniden bir bulut dalgasıyla yerini lapa lapa yağan kara bırakıveriyor, ardından tekrar yüzünü bize gösteriyordu... ama bizi hiç mutsuz etmedi, tüm tatlarını sundu...

20 Ekim 2010 Çarşamba

SAFRANBOLU (21-22 şubat 2000)

Bakmak için değil Görmek için....

En olmadık zamanda olmadık yerlere gitmek gibi irademin dışında oluşan bir geziyi daha gerçekleştirmeden önce bununla ilgili yazmaya değer birşey bulacağımı hiç ummuyordum, ancak herşey birden değişiverdi ve tüm dönüş yolculuğumda yerinde duramayan parmaklarım, bilgisayarımı açar açmaz klavyemle bütünleşerek beynimdeki kayıtları sizlere sunmak için aşağıdakileri ortaya çıkarttı.

Konumuz daha doğrusu yolculuğumuz Safranbolu-Amasra üzerine.... hani şu özgün evleri ile ününü duyuran Safranbolu ile Batı Karadenizin bir zamanlar sadece deniz yoluyla ulaşılabilen kuytu köşelerinden biri olup günümüzde pek bir adından söz edilen Amasra’sı... mevsim kış, aylardan Şubat, İstanbul’dan yola çıkarken bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor ve hava buz gibi... ve Ben aklımı çelen sevgili arkadaşımla yollardayım... hani neydi zorumuz kendimizi bu kışta kıyamette trafik canavarının kollarına terk ederek yollara düşmek, boşuna değilmiş....

Ruhlar Şehri ROMA (29 ekim-2 kasım 1998)

İnsanların yurtdışına ilk çıkışları eğer bir zorunluluk sonucunda olmamış ise, genelde seçilen üç ülkeden biridir İtalya (diğerleri Fransa-Paris, Almanya-xxx) Bendeniz naçizane ilk tercihimi bu ülkeye kullanmamıştım ama ikinci çıkartmamı Roma'ya yapmakla çok isabetli hareket ettiğim düşüncesindeyim.

Yazıma ruhlar şehri dedim, çünkü bu ülkeye gittikten sonra asla ruhunuzu geri getiremiyorsunuz, ya da uzunca bir zaman ayrı yaşamak zorunda olacağınızı baştan bilin. Ülkenin diğer şehirleri özellikle de güneyi konusunda hiçbir bilgim yok ama sanılanın aksine bu memlekette her yerde ve mekanda müziğe rastlamak güç... işin sırrı da burada zaten, müziğinizi kendiniz yapabilirsiniz. Gidin... koca binalar arasına sıkışmış, soluk almak için zoraki yapılmış ve herbirinin ortasına mutlaka bir çeşme ya da heykel kondurulmuş meydanlara... başlayın içinizden geldiğince şarkılarınızı söylemeye, aman dikkat fazla abartmayın para mara vermeye kalkıyorlar... çeşme dedim aklıma geldi şu meşhur ve bizde bilinen adıyla Aşk Çeşmesi (Fontana Di Trevi)'ni kesinlikle ihmal etmeyin, hayal edilenin aksine daracık sokaklardan geçerken birden bir binaya arkasını yaslamış kocaman bir çeşmeye rastlıyorsunuz hele bir de ilk buluşmanız gece olmuşsa Çeşmenin görüntüsüne hayran kalmamak elde değil, para atmaya pek gerek yok çünkü çeşme kenarındaki çiftleri görünce sadece buraya gelmenin bile yeterli olacağı aşikar... hatta ilginç bir anım var her nedense bu çeşmeye giderken alnınızda mı yazıyor ya da gözleriniz bir başka mı parlıyor bilmiyorum ama orta yaşlı bir bayan durduk yerde önümüze çıkıp bize, hiç sormadığımız halde Çeşmeyi tarif etti ?

Çeşme (Temmuz 1998)

Yaz tatilinizi İzmir’in banliyösü olmuş bir kıyı ilçesinde geçirmek birçoklarınca anlamsız bulunsa da görüş ve bakış açınızı birazcık değiştirince benim yaşadığım büyük keyfi sizlerin de anlayacağını umuyor ve güzel Çeşme için bir paragraflık tanım ve öneriler yapmakta ısrar ediyorum.  İlk görüşte hiçbir şey yok diyebilecekken zaman itibariyle aklınızdakiler canlandıkça güzellikleri fark edebiliyorsunuz.


Şanslı İzmir’lilerin ve aklını iyi kullanan
farklı yerlilerin mekan tuttuğu herşeyiyle her isteğe cevap verecek çok güzel bir EGE yerleşimi burası... dantel kıyıların oluşturduğu havuz görünümlü koyları, burnunuzun dibindeki SAKIZ Adası, durmak bilmez rüzgarı, olağanüstü gün batımlarıyla iliğinizi kemiğinizi dinlendirebileceğiniz sakin, huzurlu biryer... 10 km uzaktaki Alaçatı eski rum evleri, bozulmamış arnavut kaldırımlı dar sokakları, tam orta yerindeki meydanda az ötedeki fırından aldığınız ev yapımı tadındaki kurabiyelerin eşiliğinde çayınızı içebileceğiniz serin çay bahçesiyle anılarınızdaki yerini hemen alıyor....

Doğal bir oluşum halindeki marinası ve saf zeytinyağına ekmeğinizi batıracağınız balık lokantalarında rakınızı içmeden asla dönmeyeceğiniz DALYAN Köy, Mavi Su, Aya Yorgi Koyları, Boyalık tarafının ipek gibi kumsalı, güzel Ilıca, Eşek Adası, deniz üzerinde çiçekleri andıran rüzgar sörflerinin görüntüsü... hepsi mükemmel sözün kısası muhteşem Ege işte








Avrupa Başkenti VİYANA (7-12 nisan 1998)

Eğer tatil için ayırabileceğiniz sadece beş gününüz varsa hiç durmayın… seçeceğiniz yer mutlaka Viyana olmalı… önemli olan diğer bir ayrıntı ise asla bu şehre başka yeri bulaştırmayın çünkü; Viyana; sadece ve sadece Viyana olarak yaşanmalı… entegre gezilere asla uygun değil… veeee buraya gelmek için amacınız mutlaka gezmek olmalı, aklınızdan alışverişi ve çılgınlar gibi eğlenmeyi çıkarın…

Bu şehirde sonsuz sakinliği, düzeni ve asaleti doyasıya yaşayabilirsiniz, belki yaşam hareketli ama bunun dış mekana vurumunu hissetmiyorsunuz, heyecanınız sizinle başbaşa… romantizmi yaşamak için uygun değil; öyle sevgilinizle mutlaka gelmelisiniz gibi öğüt duyarsanız asla inanmayın, her ne kadar etrafta güzel bayanlar olsa da çoğunlukla insanların unisex olduğunu düşünebilirsiniz… erkekleri ise boşverin…. Söz insanlardan açılmışken Avusturya’lılar son derece cana yakın, güleryüzlü ve sıcak insanlar, Almanlara benzemiyorlar (Hitler’in Avusturya’lı olmasına şaşmak gerek ama tüm problemi Güzel Sanatlar Akademisine alınmayışından kaynaklanabilir, adam içindeki birikimi böylesi bir yolla dışa vurdu belki de …. Eh… delilik & dehalık)