22 Ekim 2010 Cuma

UÇMAKDERE (3 Ekim 2010)

Rüyalarınız gerçek olsun - Uçmakdere


Ekim ayı bize yılın en güzel günlerini sunar. Ülkemiz coğrafyasında daha doğrusu bulunduğu konumda yılın en tatlı günleri Ekim’e rastlar. Gündüzleri sevecen sıcaktır, zaman zaman pamuk bulutlarla örtülen, zaman zaman da parlak ışıklarıyla iliklerimizi ısıtan güneş daha hoşgörülü yaklaşır bize. Akşamları ise nazlı serindir Ekim’in; azıcık üşütür. Kalın hırkaları giyip de içimizi ısıtmak ama asla soğuktan donmamak sürecini bu ayda yaşarız. Renklerin yıllık bayramıdır Ekim, hepsi en edepsiz cümbüşü bu ayda yapar, tüm güzellikler çevremizde uçuşur, başımız döner, nefesimiz tutulur. İşte böyle yaşanılası, böyle leziz, böyle tatlı zamanlarda mutlaka bir yerlere gitmek, gezinmek, bu güzellikleri içime çekmek için asla kaçırmam Ekim günlerini.

Ve sonunda, iki yıldır gitmek istediğim ancak bir türlü fırsatını bulamadığım Uçmakdere çıkartmasını başarıyla yaptım. İşte yılın bu renk bayramında, harika bir günün eşliğinde, Trakya’nın elde kalmış son zenginliğine günlük bir gezi ile icabet ettim.

Uçmakdere; Tekirdağ’ın Şarköy ilçesine bağlı, bir ayağa dağda bir ayağı denizde olan, doğa harikası, hiç bozulmamış şimdilerde nüfusu 150 civarında olup bir zamanlar kalabalık, güçlü, güzel ve tarihi geçmişi olan bir köy. Bize Rumlardan yadigar, 1922 nüfus değişiminde Türkleşmiş, o zamandan beri biraz değişse de geçmişin izlerini koruyabilmiş son derece naif bir yer. Tabii bunda sit alanı olmasının da çok etkisi var ama son yıllarda yaşadığımız doğa katliamları ve yerleşimlerimize düzenlenen vandal saldırılar her an burayı yok edebilir endişesini de taşıyabiliriz. İstanbul’a yakın olması birkaç yıl içinde ciddi bir talan yaşayacağının ilk işaretlerini vermeye başlamış; bizim oraya gittiğimiz haftasonu, köyün tepelerden yılan gibi kıvrılıp bükülen yolunun asfaltlanması birçoklarını sevindirse de benim yüreğimi acıttı diyebilirim. Nitekim Bodrum’un 40, Alaçatı’nın 15, Maşukiye’nin 20 yıl önceki halleri de böyleydi ve düşman ilk gelişinde törenlerle karşılanmıştı; oysa bu yerlerin ve burada yazamadığım birçoklarının yerinde bugün yeller esmekte, hepsi görgüsüz, zevksiz ve saçma sapan değişimlerle rezil edilmiş durumdalar. Umarım Uçmakdere’yi yıllar sonra gördüğümde bugünkü haliyle bulabilirim.

Gezimiz Şarköy ile köy bağlantısı arasında büyük bir engel oluşturan Işıklar Dağı’nın (Ganos) Nişantepe noktasından başladı. Bu noktada 360 derece dönerek etrafıma baktığımda, sayısız tepelerin ardı ardınca dizildiğini, deniz tarafında Marmara, Ekinlik ve Avşa adalarının sanki elimle dokunacakmışım gibi yaklaştığını, sonsuzlukta tüm bitkilerin, bulutların, rüzgarın gülümseyerek baktığını ve şarkılar söyleyip dans ettiğini hissedebiliyordum.  Dinginliğin en güzel anlarını bu irtifada yaşarken köyün olduğu vadiye doğru zorlu bir yürüyüş daha doğrusu inişi gerçekleştirmek üzere tüm grup yola koyulduk. Attığım her adımda dikkatimi düşmemek, yuvarlanmamak için toplasam da arada doğrulup başımı kaldırdığımda, ilk noktadaki şölenin devam ettiğini görebiliyordum. Böyle yürüye yürüye irtifamızı kaybettik ve vadinin sonunda dere yatağına pat diye düşüverdik. Derenin içinden (henüz su tutmamış) ilerdik, çınarlarla selamlaştık, taşlara dokunduk, böğürtlenlere saldırdık, yalnız ağaçların bize uzattığı dalların cömertçe sunduğu yarı-kuru incirlerden yedik. Hava tertemiz, oksijenden mi, yoksa sıcaklarda fermante olarak alkollenen incirden mi bilinmez benim başım dönmeye başlamışken köye vardık.


İşte benim en sevdiğim rüya bu noktada başladı. Azıcık insan, güçlükle onarılabilmiş ama yine de yaşamaya olanak veren ahşap evler, bahçelerde yağ tenekelerine ekilmiş ve duvarları süsleyen rengarenk çiçekler, pencere kenarlarına asılmış ve kurumaya bırakılmış kırmızı biberler, küçük pencerelerde dantel perdeler, boş okul binası, muhtarlık ve Pazar gününü öldürmeye çalışan orta yaşlı köylülerin kalabalığındaki köy kahvesi. Sessizlik, temizlik, dokunulmamışlık ve bu güzelliğe saldırmış biz kötü şehirliler.

Güleryüzlü insanlar evlerinin önünden geçerken selamlarını esirgemeyip gayet içten şekilde bizimle konuşuyor, köylerinin şimdiki halinden ve geçmişinden söz etmeye çalışıyorlar. Bağcılık ölmüş, tarım büyük ölçüde yok edilmiş, gençler tarafından terk edilmiş, sadece kovanları kalan ve harika ballar üreten azıcık köylünün tüm kaybedilenlere rağmen hala gülen yüzleri, kanaatkar şekilde sürdürdükleri yaşamları içinde ilerliyorum. Evlere, özellikle yıllara meydan okuyan ahşap kapılarına bakıyor ve mest oluyorum. Etrafta birkaç minibüs, eski bir kamyon görüyorum, içim gülerken gözümden yaş geliyor, gülüyor muyum, ağlıyor muyum anlamıyorum.

Köyün güzelleştirme-tanıtma derneği gözüme ilişiyor, önündeki kocaman kovuğu olan çınarın resmini çekiyorum. Yine derneğin camlı bilgilendirme panosunda günlük gazetelere bakıyorum. Ama bunlar bizim bildiğimizden farklı günlük gazeteler, hayran oluyor, 1970’lere dönüyorum. Tarihleri güncel de olsa bunlara 70’lerde rastlanırdı birden onu hatırlıyorum; taaa çocukluğumdan koşarak geliyorlar yanıma. Trakya’nın bu güzeller güzeli köyünde geçmiş yanımda biterek beni sevindiriyor. Köy kahvesinde çay molası veriyor, orada konuştuğum köylülere hüzünle bakıyorum. İçimden bu Pazar günü huzurlarını bozduğumuz için özür diliyorum. Birkaç yıl sonra köylerinin bozulması olasılığını düşünerek buna çanak tuttuğum için de şimdiden af diliyorum. Ne yazık ki vahşice ırzına geçiyoruz bu bakir yerlerin, sonra da fırlatıp atıyor veya girişimci denen yoz insanların kullanımına terk ediyoruz. Tüm bunlar beni iyice üzüyor ama gezmeye de devam ediyorum.
 
Köyün sahil kısmı ise Gaziköy ile komşu, burası denizin hemen kenarında en az Uçmakdere kadar özgün, naif bir köy. Sahilde kayıklar ve bakımını yapan sahipleri karşılıyor bizi. Taşların donattığı sahil boyunca yürüyor, denizin, mavinin her tonuna geçiş yaptığı sonsuzluğuna bakarak iyice dinleniyorum. Taş topluyor, dalgalara bakıyor, gözlerimi kısıyorum.

Daha fazla huzuru bozmamak adına bir an önce köyden ayrılmak istiyorum ki, grubun dönüşe geçtiği haberi ile seviniyorum.

Bu kadar yazacağım, daha fazla reklam yapmayacağım. Gidin görün demeyeceğim. Gidin ve uzaktan bakın; tıpkı yeni doğmuş bir bebeğe camın ardından baktığınız gibi bakın. Ellemeyin hiçbir yerini sadece uzaktan sevin. Elimizde kalan birkaç köyden biri olan buraları sadece rüyalarımız gibi yaşayın. Ekim’in güzel günlerinde hedeflerinizde ıskalamayın ki rüyalarınız gerçek olsun.

Hiç yorum yok: