Sadece bir balad
Balat deyince hangi sahneler canlanmalı gözümüzde, neler
görmeli nerelere gitmeliyiz sizce?... İstanbul’un geriye gidilebilecek sonsuz
tarihi mi? Eski yıpranmış yıkılmaya direnen yapıları mı? Siyah-beyaz Türk
filmleri mi? Agora Meyhanesi mi? Fener’deki Patrikhane ve uzaktan bakıldığında
bizi kendisine hayran bırakan kırmızı tuğla Rum Okulu mu? Dar sokaklar, ahşap
evler, her camdan sarkan çamaşırlar, kömür sobalarından sızan is ve buna
ilaveten rutubet kokusu, Kastamonulular, köçekler, fırın, Pazar, şimdilerde pek
sevimli kafeler, hediyelik eşya dükkanları, sanat atölyeleri mi? Arnavut
kaldırımlı yarısı çamurlu o eski haliyle mahalleler mi? Gizemli İstanbul’un
daha gizemli karanlık mekanları! Ve henüz hayatımıza yenilenmiş olarak yeniden
katılmış demir kilise mi? Kısacası renkler, rengarenklikler diyelim…
Balat’ı bir gezgin, bir turist, bir kent rehberi gözüyle ilk
kez 27 Aralık gibi buzlu ve karlı bir kış günü gezdim. Her yer karlıydı ama
havada pırıl pırıl bir güneş vardı, kusursuz bir ayazda oldu bu ziyaret ve her
şeyi semte uygun hale getiren şeytan da bu ayrıntıda gizliydi. Kış mekanıymış
meğer! Yoksulluğun en iyi simgelerini içinde barındıran bu semtte insanlar
başka bir zaman diliminde yaşıyorlar, eski, sallanan, yıkık dökük evlerde zorla
yakılabilen sobaların sıcaklığında yoksul bir yaşamın olduğunu kendi
iliklerinizde hissediyorsunuz. Hele ki o kurumaya inatla direnen çamaşırlar yok
mu, bütün ipuçları orada mevcut… karşılıklı iki evin bir penceresinden öbürüne makaralarla
yönetilen iplerde asılı, sokağa serilmiş onlarca pantolon, atlet, külot, uzun
don, gecelik, pijama ve çoraplar ve de patikler ve ve vesaire … Gezerken
kafanızı yere indiremiyorsunuz, filmlerdeki gibi, eski Türk filmleri ya da
İtalyan filmlerindeki gibi.
Aklınızda hafif bir görüntü, teninizde serin bir ürperti
oluştuysa kış’a ilişkin; ben yazıma alışılmış biçemde devam edebilir bahara sonbahara
geçebilirim.
Balat sokaklarını gezmeye Fener İskelesinden başlamak bir
tercih olabilecekken diğer seçenek de güney ucundan Kadir Has Üniversite binası
tarafından dar sokaklara dalış şeklinde yapılabilir. Denizyolu her zaman
tercihimdir hele ki Haliç’e bir geminin içinde girmek ve suda süzülmek büyük
keyif, hem kıyıda ve sırtlardaki yapıları belleğinize kaydetmek, karaya
çıktığınızda bunları teker teker ziyaret etmek oldukça hoş. İkisini de yaptım,
boşverelim şimdi, hadi koşalım sokaklara.
Semtin en bilinen ana caddesi Vodina zaten sizi her yere
götürüyor, bu caddeyi kesen sokaklar ise yokuşlar şeklinde İstanbul’un
tepelerine uzanıyor ki bunlardan biri Rum Okulu’na getirip bırakıyor sizi. Bina
muhteşem, bir an Rusya klasikleri hikayesi mi - yoksa burası Türkiye mi - diye
ikileme düşüyorsunuz. Okula girmek şimdilerde mümkün değil, dışarıdan bakmakla
ve her açıdan fotoğraflamak için çaba harcamakla yetinmelisiniz, çaba diyorum
çünkü okulun hemen yanında öyle yayılıp gerileceğiniz alanlar yok, malesef
daracık ama sahilden ya da karşı kıyıdan bakarken sonsuz ve uçsuz bucaksız.
Garip
duygular uyandıran bir bina ve bir kadın kadar güzel. Bu arada hemen
bitişiğinde kıpkırmızı rengiyle Meryem Ana Kanlı Kilise’yi görebilirsiniz. Bu
yol Çarşamba semtine çıkan Kiremit Caddesi’ne de götürüyor adımlarınızı,
binaların rengi ile caddenin ismi arasındaki benzerlik şaşırtıcı.
Buralara gelip de Patrikhane’ye uğramamak olmuyor. Hele ki
noel haftası ise ve bir de Pazar günündeyseniz harika bir ayin’i izleme
şansınız oluyor. Yılın son haftasında yaptığım ziyarette bunu yaşadım, daha
sonra da gittim, boştu, gezilebilir rahatlıktaydı. İki hali de güzel,
görülmeli. Unutmadan bir dilekle mum dikilmeli, belki bininci kez ama umudu
yitirmemeli, Allah’ın evi değil mi?
Balat bölgesi ve Fener; İstanbul’un en eski yerleşim
bölgeleri olup Osmanlı’dan günümüze çeşit çeşit etnik grupları ve dolayısıyla
farklı inançları barındırdığından heybetli ibadethanelere sahip. Bunlardan biri
de ilk gittiğimde restorasyonda olup ikinci ziyaretimde kapılarını açık
bulduğum Bulgar Kilisesi nam-ı diğer DEMİR KİLİSE (Sveti Stefan Kilisesi). Yapı
semtin en güzel kıyısında kocaman bir
arazide yeşillikler içinde ve de tüm
güzelliğiyle yaşıyor; tamamıyla demirden ama demirin o soğukluğunu zarif
işçilik ortadan kaldırıp bize; 2000’li yıllara dantel inceliği sunmakta. Gezinin
giriş biletini burada kesmek ve yapıyı gezmek çok keyifli. Kiliseleri gezmeyi
pek sevmem, saygısızlık gibi düşünürüm ama burası görülmeye değer, insan
içinden çıkmak istemiyor. Avlu da oldukça cazip, demir parmaklıklarla ayrıldığı
park başka güzel kurumları da yaşatıyor bünyesinde. Bunlardan biri de Camhane
Sanat Merkezi. Cama ilişkin son derece şık ve özel ürünleri burada görmek
mümkün. Mekan özel kişiliğe ait, sanatçı Yasemin Aslan Bakiri burayı cennete
çevirmiş.
Hadi girelim Vodina Caddesi ve paralellerine ve hatta
bunları birbirine bağlayan dar sokaklara… öncelikle şunu belirteyim ki her eski
semt gibi burada da küçük esnafa ilişkin çok şirin, bize çocukluğumuzu
anımsatan dükkanlar var, özellikle zahireci, züccaciye, nalbur, fırın gibi
yerler eski dokusunu korumaya direniyor. Açıkçası bu fırınların hepsi pek güzel
ama ben Tarihi EVİN Fırını’nın üzümlü peksimetlerini hiçbir şeye değişmem. Yine
fırın demişken bu kategoriye giren ama karnımızı doyurmak için bana göre daha
güzeli olmayan en müstesna yer FORNO.
Derler ya “yemeden ölmeyin”, işte
Forno’da pide yemeden ve daha da önemlisi o muhteşem Kayısılı Sufle’yi yemeden
ölmeyin. Hazır yemekten söz etmişken buraların en şık ve özenilesi mekanlarından
biri de VODINA Cafe ve de antika fincanları ile nam salmış Velvet Cafe. Aslında
o kadar güzel mekanlar var ki hepsini yazamıyorum, sadece deneyimlediklerime
yer vereceğim, hepsinde mola verip fincanlar dolusu kahveyle keyif yapmak en
büyük dileğim.
Son olarak sözünü etmeden geçemeyeceğim bir yer daha var, tarihe
mal, şarkılara söz, aşklara mekan olmuş o meşhur AGORA MEYHANE’si. Artık
meyhane bir müze gibi geziliyor, her gezene de çay ikramı mutlaka yapılıyor.
Birbirini kesen sokaklar bir üçgenin ucu olarak birbirine
eklenirken şahane yapılarla karşılaşıyoruz bunlardan biri de Sancaktar
Yokuşu’nun tepe noktasındaki yıllardır boş duran o güzel bina. Yıllarca tanıtım
broşürlerinde yerini alır ama hala öyle bom boş durmakta. Neyi ve kimi bekliyor
diye düşünmeden edemiyorum. Beni mi diye sorasım geliyor her seferinde. Yine
Merdivenli
Yokuş ve burada sizi selamlayan İncirağacı Kahvesi bölgenin
görülmesi gereken en güzel noktaları.
Vodina Caddesi’nin kuzey ucuna kadar giderseniz ve günlerden
Pazar ise burada yöresel ürünler pazarına ulaşabiliyorsunuz. Aslında yöresellik
sadece Kastamonu anlamına geliyor. Anadolu’dan İstanbul’a göçün Kastamonulular
için ilk adresi Balat olmuş. Bugün Balat’ta
Kastamonulu kardeşlerimiz yaşıyor
yerlisi olmuşlar. Haliyle Kastamonu’nun tarhanası, kestanesi, balı, kuru et-pastırması,
kuşburnu marmelatları, kızılcıkları kısacası herşeyi bu pazarda var ve pek
güzel. Benim şansıma bir de düğüne rastlayınca köçeklerin dansına da tanık
olabilirsiniz. Flamenko etekleriyle ve zillerle dans eden erkekler. Yaman
çelişki!
Cadde ve burayı kesen sokak ve yokuşlarda son yıllara has
vintage mağazaları, özgün kafeleri, sanat atölyelerini de görebilirsiniz,
eskilikten zamana zorlukla dayanan birçok yer ufak dokunuşlarla ayağa
kaldırılmış ve böyle güzel mekanlar haline gelmiş. Cam ya da Seramik
atölyeleri, günlük çalışma gruplarını ağırlıyor, içeri girdiğinizde
bayılıyorsunuz ortama bunlardan biri de 1200Derece isimli mekan. Eski
eşya - antikacılar ise sektör olmuş, özel bir bit pazarına gerek yok semt
tümüyle bit pazarı zaten. Müzayedelere ev sahipliği yapan oldukça ünlü
dükkanlar var artık Balat’ta.
Sokaklarında özgürce gezerken çokça binanın yıkılma
tehlikesi taşıdığını gözlemlemek biraz iç burkardı, son beş yılda yaptığım
ziyaretlerimde bunlara asılı uyarı tabelaları beni çok üzerdi ama 2019 yılı
itibariyle azaldığını gördüm, hala harabeler belki ancak yıkılma tehlikesi pek
kalmamış ve çok sevindim. İşte bu eskilik ve yıpranmışlık içinde sizi mutlu
eden hatta güldüren en güzel şey ÇAMAŞIRLAR. Evet çamaşırlar şehirlerin
süsleridir, dar sokaklarda karşılıklı iki bina arasında uçuşan o rengarenk ipler
dolusu çamaşırlar.
Ahenkli asılmışlar, ya boy sırası ya da cins bütünlüğü
taşıyan o güzelim çamaşırlar. Yelkenli olsalar kuvvetli bir rüzgarda bu koskoca
semt havalanıp İstanbul üzerinde seyahate çıkabilir. O derece çok ve
çeşitliler. Bir o kadar da güçlüler. Dünyada neredeyse hiçbir şey beni ıslak
çamaşırdaki beyaz sabun ya da nemli odunların tüterek yandığı sobalardan çıkan
isin kokusu kadar mutlu edemez, o koku tüm dünyamı karmakarışık duygulara boğar;
kah güldürür kah ağlatır, çünkü o kokular mutlu yoksulluğun kokularıdır, insanı
kendine getirir.
İşte Fener ve Balat böyle yerler, züppe İstanbul’un aklımızı
başımıza getiren en güzel semtleri buralar. Daha yazacak çok şey var size
bıraktığım, gezin, görün ve “a a a bak yazıda bundan söz edilmemişti” deyin.
Size bırakıyorum. Tek sefer değil birçok defa görülmeli. Kulağınızdan 1950’li
1960’lı yılların Türk şarkıları ve ses kayıt kalitesinin beyninizi tırmaladığı o
melodiler asla eksik olmasın… hayaletlerle gezin bir hayalet olarak. Unutmayın
siz buraların son yosmasısınız.