13 Aralık 2019 Cuma

RC Arnavutköy (aralık 2019)


Bilmiyorum 5 miydi yoksa 6 mıydı yaşım? Çocuktum, hayal meyal hatırlıyorum o zamanları, hayaldi belki ama gerçek olan kısmı son derece belirgin zihnime kayıtlıydı. Bugün o kayıtlardan sahneleri tekrar yaşadım. Duygusal anlamda olağanüstü bir zaman yolculuğunu gezi tadında nasıl kaleme dökeceğimi hiç bilemiyorum. Ancak bunu yapmalıyım, bir yer değiştirme, bir yolculuk nasıl bir gezi olabilir bunu ifade etmeliyim. Bu benim borcum.

Gerek yok biletlere, rezervasyonlara, otellere… önemli olan tad almak tad alabilmeyi bilmek! Mutluluğun resmini yapmak gibi, mutluluğa yolculuk etmek. Yaşamda yarım asırı tamamlayınca geçmişim de bugünlerimi besleyince coştuğumu hissedebiliyorum. Yaşlanmak bu anlamda başımıza gelen en güzel şey. Seviyorum.

Nereye mi gittim?
Arnavutköy’e!

Bundan 45-46 yıl önce gitmiştik oraya. Özel bir rahatsızlığı olduğu yeni yeni fark edilemeye başlayan kardeşimi götürmüştük. Robert Kolej’den söz ediyorum. O yıllarda çok yakın olduğumuz müstesna bir insanın kızkardeşi okulda pedagog olarak görevliydi ve kardeşimi görmek, durumunu analiz etmek istemişti. Annem ve babam da kendisinin yönlendirmesiyle hareket etmek için o zaman oturduğumuz Yarımca’dan İstanbul’a buraya getirmişti O’nu. İşte bu muazzam doğanın içinde konuşlanmış o güzelim bina ve ilaveleriyle o zaman tanışmıştım. Bugün bahçeye girdiğim an 45 yıl öncesinin kokusunu duydum. O ulu ağaçlar, o yapraklar, kıvrım kıvrım
yokuş yollar, minik yapılar ve en sonunda bütün görkemiyle yeşillikler içinde karşımıza çıkan kolej binası. Dışarıda yirmibeş milyon olmuş leş gibi, kalabalık, gürültülü bir şehir ama Arnavutköy kapısından bahçeye girdiğinizde sizi karşılayan papağanlar, dökülmüş yaprakların halı olduğu nemli yollar, yosunlu ağaçlar, küf kokusu, sessizlik. Öyle keyifli ki! İstanbul’a mahkum birinin yarım günlük kaçamağı ancak bu kadar güzel olabilir.  

Yeniden dönüyorum yıllar öncesine. Bu bahçe benim çocuk beynime Hansel&Gratel masalını çağrıştırmıştı, o küçük evlerin pastadan olduğu gibi hislere kapılmış, anaokulunda kardeşimle geçirilen bir günün sonuna kadar ben biraz bahçede biraz içeride oyuncaklar arasında kendimden geçmiştim. Bir de unutmadan piyanodan da söz edeyim, müziğe yeteneğim olmadığı da burada ortaya çıkmıştı. Bugün yürürken hep o anlara döndüm döndüm durdum. İşin en güzel tarafı; bu gidişimde yeniyıl etkinliğinin olması ve noellere ilişkin masalsı her şeyin organizasyon alanında bulunmasıydı. İki zaman dilimi bu atmosferde birleşmişti. Ah Einstein ne muhteşem adamsın sen, “Zaman Görecelidir” diyorsun ya, hem göreceli hem de üçkağıtçı! Arada bir kendini tekrarlayarak bizlere oyun oynayabiliyor sanki yeniymiş gibi.

Aralık ayına rağmen ılıman ve aydınlık hava, bir türlü sararamamış; zorlamayla kendini düşürmüş yapraklar, nem, nemin ürpertisi, sıcacık bina, mis gibi kurabiyeler, mis kokulu kahveler, kantinde ergenler gibi dibine vurulmuş sohbet, genç öğrenciler, onların güzel yüzleri, güleç bakışları, enfes çaylar, bırakmaya kıyamadığımız ortam ve güzel arkadaşlar. İnsan hayatta başka şey istemez. Dünya turuna çıkarsınız da iki satır yazamazsınız, yarım gün geçmişle günümüz arasında turlarken kendinizi durduramazsınız. Benim bu seferlik GEZİ’m böyleydi. Anılarıma da ekleyeceğim bu satırları ama bu bir gezi yazısıdır, unutmayın. Nereyi mi yazdım? Arnavutköy, Robert Kolej ve ZAMAN’ı








6 Kasım 2019 Çarşamba

Fener ve Balat (kasım 2019)

Sadece bir balad


Balat deyince hangi sahneler canlanmalı gözümüzde, neler görmeli nerelere gitmeliyiz sizce?... İstanbul’un geriye gidilebilecek sonsuz tarihi mi? Eski yıpranmış yıkılmaya direnen yapıları mı? Siyah-beyaz Türk filmleri mi? Agora Meyhanesi mi? Fener’deki Patrikhane ve uzaktan bakıldığında bizi kendisine hayran bırakan kırmızı tuğla Rum Okulu mu? Dar sokaklar, ahşap evler, her camdan sarkan çamaşırlar, kömür sobalarından sızan is ve buna ilaveten rutubet kokusu, Kastamonulular, köçekler, fırın, Pazar, şimdilerde pek sevimli kafeler, hediyelik eşya dükkanları, sanat atölyeleri mi? Arnavut kaldırımlı yarısı çamurlu o eski haliyle mahalleler mi? Gizemli İstanbul’un daha gizemli karanlık mekanları! Ve henüz hayatımıza yenilenmiş olarak yeniden katılmış demir kilise mi? Kısacası renkler, rengarenklikler diyelim…


Balat’ı bir gezgin, bir turist, bir kent rehberi gözüyle ilk kez 27 Aralık gibi buzlu ve karlı bir kış günü gezdim. Her yer karlıydı ama havada pırıl pırıl bir güneş vardı, kusursuz bir ayazda oldu bu ziyaret ve her şeyi semte uygun hale getiren şeytan da bu ayrıntıda gizliydi. Kış mekanıymış meğer! Yoksulluğun en iyi simgelerini içinde barındıran bu semtte insanlar başka bir zaman diliminde yaşıyorlar, eski, sallanan, yıkık dökük evlerde zorla yakılabilen sobaların sıcaklığında yoksul bir yaşamın olduğunu kendi iliklerinizde hissediyorsunuz. Hele ki o kurumaya inatla direnen çamaşırlar yok mu, bütün ipuçları orada mevcut… karşılıklı iki evin bir penceresinden öbürüne makaralarla yönetilen iplerde asılı, sokağa serilmiş onlarca pantolon, atlet, külot, uzun don, gecelik, pijama ve çoraplar ve de patikler ve ve vesaire … Gezerken kafanızı yere indiremiyorsunuz, filmlerdeki gibi, eski Türk filmleri ya da İtalyan filmlerindeki gibi.

Aklınızda hafif bir görüntü, teninizde serin bir ürperti oluştuysa kış’a ilişkin; ben yazıma alışılmış biçemde devam edebilir bahara sonbahara geçebilirim.

Balat sokaklarını gezmeye Fener İskelesinden başlamak bir tercih olabilecekken diğer seçenek de güney ucundan Kadir Has Üniversite binası tarafından dar sokaklara dalış şeklinde yapılabilir. Denizyolu her zaman tercihimdir hele ki Haliç’e bir geminin içinde girmek ve suda süzülmek büyük keyif, hem kıyıda ve sırtlardaki yapıları belleğinize kaydetmek, karaya çıktığınızda bunları teker teker ziyaret etmek oldukça hoş. İkisini de yaptım, boşverelim şimdi, hadi koşalım sokaklara.


Semtin en bilinen ana caddesi Vodina zaten sizi her yere götürüyor, bu caddeyi kesen sokaklar ise yokuşlar şeklinde İstanbul’un tepelerine uzanıyor ki bunlardan biri Rum Okulu’na getirip bırakıyor sizi. Bina muhteşem, bir an Rusya klasikleri hikayesi mi - yoksa burası Türkiye mi - diye ikileme düşüyorsunuz. Okula girmek şimdilerde mümkün değil, dışarıdan bakmakla ve her açıdan fotoğraflamak için çaba harcamakla yetinmelisiniz, çaba diyorum çünkü okulun hemen yanında öyle yayılıp gerileceğiniz alanlar yok, malesef daracık ama sahilden ya da karşı kıyıdan bakarken sonsuz ve uçsuz bucaksız. Garip
duygular uyandıran bir bina ve bir kadın kadar güzel. Bu arada hemen bitişiğinde kıpkırmızı rengiyle Meryem Ana Kanlı Kilise’yi görebilirsiniz. Bu yol Çarşamba semtine çıkan Kiremit Caddesi’ne de götürüyor adımlarınızı, binaların rengi ile caddenin ismi arasındaki benzerlik şaşırtıcı.

Buralara gelip de Patrikhane’ye uğramamak olmuyor. Hele ki noel haftası ise ve bir de Pazar günündeyseniz harika bir ayin’i izleme şansınız oluyor. Yılın son haftasında yaptığım ziyarette bunu yaşadım, daha sonra da gittim, boştu, gezilebilir rahatlıktaydı. İki hali de güzel, görülmeli. Unutmadan bir dilekle mum dikilmeli, belki bininci kez ama umudu yitirmemeli, Allah’ın evi değil mi?


Balat bölgesi ve Fener; İstanbul’un en eski yerleşim bölgeleri olup Osmanlı’dan günümüze çeşit çeşit etnik grupları ve dolayısıyla farklı inançları barındırdığından heybetli ibadethanelere sahip. Bunlardan biri de ilk gittiğimde restorasyonda olup ikinci ziyaretimde kapılarını açık bulduğum Bulgar Kilisesi nam-ı diğer DEMİR KİLİSE (Sveti Stefan Kilisesi). Yapı semtin en güzel kıyısında kocaman bir
arazide yeşillikler içinde ve de tüm güzelliğiyle yaşıyor; tamamıyla demirden ama demirin o soğukluğunu zarif işçilik ortadan kaldırıp bize; 2000’li yıllara dantel inceliği sunmakta. Gezinin giriş biletini burada kesmek ve yapıyı gezmek çok keyifli. Kiliseleri gezmeyi pek sevmem, saygısızlık gibi düşünürüm ama burası görülmeye değer, insan içinden çıkmak istemiyor. Avlu da oldukça cazip, demir parmaklıklarla ayrıldığı park başka güzel kurumları da yaşatıyor bünyesinde. Bunlardan biri de Camhane Sanat Merkezi. Cama ilişkin son derece şık ve özel ürünleri burada görmek mümkün. Mekan özel kişiliğe ait, sanatçı Yasemin Aslan Bakiri burayı cennete çevirmiş.

Hadi girelim Vodina Caddesi ve paralellerine ve hatta bunları birbirine bağlayan dar sokaklara… öncelikle şunu belirteyim ki her eski semt gibi burada da küçük esnafa ilişkin çok şirin, bize çocukluğumuzu anımsatan dükkanlar var, özellikle zahireci, züccaciye, nalbur, fırın gibi yerler eski dokusunu korumaya direniyor. Açıkçası bu fırınların hepsi pek güzel ama ben Tarihi EVİN Fırını’nın üzümlü peksimetlerini hiçbir şeye değişmem. Yine fırın demişken bu kategoriye giren ama karnımızı doyurmak için bana göre daha güzeli olmayan en müstesna yer FORNO.
Derler ya “yemeden ölmeyin”, işte Forno’da pide yemeden ve daha da önemlisi o muhteşem Kayısılı Sufle’yi yemeden ölmeyin. Hazır yemekten söz etmişken buraların en şık ve özenilesi mekanlarından biri de VODINA Cafe ve de antika fincanları ile nam salmış Velvet Cafe. Aslında o kadar güzel mekanlar var ki hepsini yazamıyorum, sadece deneyimlediklerime yer vereceğim, hepsinde mola verip fincanlar dolusu kahveyle keyif yapmak en büyük dileğim.

Son olarak sözünü etmeden geçemeyeceğim bir yer daha var, tarihe mal, şarkılara söz, aşklara mekan olmuş o meşhur AGORA MEYHANE’si. Artık meyhane bir müze gibi geziliyor, her gezene de çay ikramı mutlaka yapılıyor.

Birbirini kesen sokaklar bir üçgenin ucu olarak birbirine eklenirken şahane yapılarla karşılaşıyoruz bunlardan biri de Sancaktar Yokuşu’nun tepe noktasındaki yıllardır boş duran o güzel bina. Yıllarca tanıtım broşürlerinde yerini alır ama hala öyle bom boş durmakta. Neyi ve kimi bekliyor diye düşünmeden edemiyorum. Beni mi diye sorasım geliyor her seferinde. Yine Merdivenli
Yokuş ve burada sizi selamlayan İncirağacı Kahvesi bölgenin görülmesi gereken en güzel noktaları.

Vodina Caddesi’nin kuzey ucuna kadar giderseniz ve günlerden Pazar ise burada yöresel ürünler pazarına ulaşabiliyorsunuz. Aslında yöresellik sadece Kastamonu anlamına geliyor. Anadolu’dan İstanbul’a göçün Kastamonulular için ilk adresi Balat olmuş. Bugün Balat’ta

Kastamonulu kardeşlerimiz yaşıyor yerlisi olmuşlar. Haliyle Kastamonu’nun tarhanası, kestanesi, balı, kuru et-pastırması, kuşburnu marmelatları, kızılcıkları kısacası herşeyi bu pazarda var ve pek güzel. Benim şansıma bir de düğüne rastlayınca köçeklerin dansına da tanık olabilirsiniz. Flamenko etekleriyle ve zillerle dans eden erkekler. Yaman çelişki!

Cadde ve burayı kesen sokak ve yokuşlarda son yıllara has vintage mağazaları, özgün kafeleri, sanat atölyelerini de görebilirsiniz, eskilikten zamana zorlukla dayanan birçok yer ufak dokunuşlarla ayağa kaldırılmış ve böyle güzel mekanlar haline gelmiş. Cam ya da Seramik atölyeleri, günlük çalışma gruplarını ağırlıyor, içeri girdiğinizde bayılıyorsunuz ortama bunlardan biri de 1200Derece isimli mekan. Eski eşya - antikacılar ise sektör olmuş, özel bir bit pazarına gerek yok semt tümüyle bit pazarı zaten. Müzayedelere ev sahipliği yapan oldukça ünlü dükkanlar var artık Balat’ta.

Sokaklarında özgürce gezerken çokça binanın yıkılma tehlikesi taşıdığını gözlemlemek biraz iç burkardı, son beş yılda yaptığım ziyaretlerimde bunlara asılı uyarı tabelaları beni çok üzerdi ama 2019 yılı itibariyle azaldığını gördüm, hala harabeler belki ancak yıkılma tehlikesi pek kalmamış ve çok sevindim. İşte bu eskilik ve yıpranmışlık içinde sizi mutlu eden hatta güldüren en güzel şey ÇAMAŞIRLAR. Evet çamaşırlar şehirlerin süsleridir, dar sokaklarda karşılıklı iki bina arasında uçuşan o rengarenk ipler dolusu çamaşırlar.

Ahenkli asılmışlar, ya boy sırası ya da cins bütünlüğü taşıyan o güzelim çamaşırlar. Yelkenli olsalar kuvvetli bir rüzgarda bu koskoca semt havalanıp İstanbul üzerinde seyahate çıkabilir. O derece çok ve çeşitliler. Bir o kadar da güçlüler. Dünyada neredeyse hiçbir şey beni ıslak çamaşırdaki beyaz sabun ya da nemli odunların tüterek yandığı sobalardan çıkan isin kokusu kadar mutlu edemez, o koku tüm dünyamı karmakarışık duygulara boğar; kah güldürür kah ağlatır, çünkü o kokular mutlu yoksulluğun kokularıdır, insanı kendine getirir.

İşte Fener ve Balat böyle yerler, züppe İstanbul’un aklımızı başımıza getiren en güzel semtleri buralar. Daha yazacak çok şey var size bıraktığım, gezin, görün ve “a a a bak yazıda bundan söz edilmemişti” deyin. Size bırakıyorum. Tek sefer değil birçok defa görülmeli. Kulağınızdan 1950’li 1960’lı yılların Türk şarkıları ve ses kayıt kalitesinin beyninizi tırmaladığı o melodiler asla eksik olmasın… hayaletlerle gezin bir hayalet olarak. Unutmayın siz buraların son yosmasısınız.